21 Aralık 2013 Cumartesi

Friendship is a single soul dwelling in two bodies :)

Can dostumun benim için el emeği göz nuru güzellikleri be ekstra hediyeleri elime ulaştı şükürler olsun.Nası güzeller nası mutluyum anlatamam.(Şu an bana gönderdiği çaylardan birini hüpletiyorum ) Kastamonu dan geldi paketim. Kastamonu da ne çok sevdiğim var şimdi.Kendimi cennetten kovulmuş gibi hissediyorum :P
Ve bu gece başka bir dostum için özel.İsteme töreni yapılmakta :) Sevdiği çocukla bir başlangıca yelken açıyor Allah'ın izniyle.Düğünümüz var pek yakında inşallah.Mutlu olsun istiyorum sevdiklerimin hepsi ama ufak bi bencillikle benimle mutlu olsunlar istiyorum :)


Banane işte hep beni sevsinler hep onları seveyim istiyorum .Doğacak bebelerinin teyzesi olmak..;)
İcom da Meleğim de yazdıklarımı okuyor takip ediyor biliyorum..
Sizi seviyorum .
Herşey gönlünüzce olsun.
Hayırlara vesile olsun.

Friendship is a single soul dwelling in two bodies :)

10 Aralık 2013 Salı

''Sen aşkın ne demek olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...''

DEĞİRMEN
Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?...
Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün adaşım, ama bir daha görmek istemem.
Sen aşkın ne demek olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...
Çooook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa...
Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?... Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?...
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvel' kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek mi dir?...
Çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?...
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misiniz?
Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisi ne? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...
Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler...Dinle adaşım, sana bir çingenenin aşkını anlatayım...
Bir gün karların erimeğe başladığı mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek Edremit tarafına doğru göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlar.
Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa başladı, İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.
Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü çağırıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı...
Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrak burnu. Bunun için biz ona Atmaca derdik... Başı geniş omuzlarının üstünde bir Arap atındaki gibi dik dururdu ve bir Arap atı ondan daha çevik değildi...
Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi.
Başka Çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım: bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti: sonra içliydi...sanırdın ki klarneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?...
Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.
Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber yük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmüş örtmeğe mecburdu... Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmış. Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı...
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. Tavuslara, sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikarı oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağa sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim.
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
Atmacanın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin böyle gitmeyeceğini anladım...
Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. Elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.
"Seviyorsun!..." dedim.
"Öyle..." dedi.
"Ne yapacaksın?..."
Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. Uzun uzun baktı, birdenbire:
"Sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün Çingenelerden üstündür. Sana açılmalıyım...
Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı:
"Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "Kızım senin için yataklara düştü... Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. Gel dedim, beraber kaçalım. "Acı acı güldü, "Ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." Onu nasıl sevdiğimi anlattım: "Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"
"Tekrar gözyaşları boşandı: "Olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."
Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi: "Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? Her sözünden, her tavrımdan alınır: Kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...
"Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. Akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hatta teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar götürdüm.
İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. Atmacanın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
Günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmacanın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
Bir gün Atmaca yanıma sokuldu. "Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi. Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
"Değirmenin içinde çalacağım!" dedi.
"Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?" Tuhaf tuhaf güldü.
"Korkma! dedi, klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".
Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmağa başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
Alaca karanlıkta Atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. Genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...
Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...
Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmacanın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.
Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...
O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...
Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...
İşte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi... Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Sabahattin ALİ

28 Kasım 2013 Perşembe

Montreal Mektupları -6



Tesadüfen denk geliyorum şiire rafları karıştırırken bi kitapçıda. Sonrası düşünmek.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Başkalarının Hayatına Dokunmak Gerek

Başkalarının hayatına dokunmak gerek.. Derdini dinliyor ve anlıyorum seni demek gerek.. Sana, hayatına dokunmak istiyorum demek gerek..

23 Kasım 2013 günü yani bugün Kadıköy'de bir çift gördüm, görme engelli. Ellerinde değnekleri yoktu. Sımsıkı sarılmışlardı birbirlerine ,sımsıkı. Onlarla beraber yürümek istedim.
''Şu an iskeledeyiz kokuyu zaten alıyorsunuz. Sağ taraftan moda tramvayı geliyor . Trafik sıkışık. Karşıdan bir çift geliyor. Kız güzel ama oğlan değil .Gülüşüyorlar .Kızın saçları uzun ve güzel yüzü gibi. İnsanlar alışveriş yapmışlar ellerde torbalar dolu. Dondurma yiyen de var kahve için de . Boğa heykeline çıktık yine önü çok kalabalık. Bahariye caddesi her zaman ki gibi kalabalık yine . Moda da çekirdek cafe var müthiş kahve yapıyorlar. Sokak kedileri de mutlu burda tüyleri parlak..''
ve daha bissürü şey belki de..
Anlatmak istedim onlara günün güzelliğini , bu güzel Kasım gününün güzelliğini..
Onlar sımsıkı tutunmuşken birbirine bi an bunlar geldi aklıma. Birine sımsıkı tutunmak gerek.

22 Kasım 2013 Cuma

posta kutusundaki mızıka



''İnsanlar birbirine mektup yazmalı. Çünkü mektupta sesin tonu belli olmaz. Çünkü mektup düşünülerek yazılır. Birdenbire ağzımızdan kaçan kelimeleri hiçbir şey geri getiremez. Söylediklerimizin üstü çizilemez. Çünkü söylediklerimiz dinlenmeyebilir, sözümüz kesilir, içeriye o anda biri girer, okunan mektup ise mutlaka tamamlanır. ''

Hayatımın en etkileyici kitaplarından ve nokta.

20 Kasım 2013 Çarşamba

''Ey dost, kelimelerimle seni teselli edip, ağulu aşı yağ ile bal eden bir söz söyleyebildiysem şükürler olsun.''

*''Ey dost, kelimelerimle seni teselli edip, ağulu aşı yağ ile bal eden bir söz söyleyebildiysem şükürler olsun.''
Kemal Sayar -Her Şeyin Bir Anlamı Var
*''Gerçek dost insanın en büyük yardımcısı ,yâridir. Bunun için gerçek bir dost ya da yâr oğuldan ve kardeşten daha üstündür. Gerçek bir dost bulanın onu memnun etmek için elinden geleni yapması gerekir .Yâr insanın görmediğini görür ,açığını kapatır ,eksiğini tamamlar. Adeta sığınılacak bir limandır .Sırlarını saklar .İnsan iki gözlü ve iki kulaklıdır. Doğru yâri bulan kişi dört gözlü ve dört kulaklıdır. ''
Nevzat Tarhan-Yunus Terapi

Son zamanlarda okuduğum kitaplardan alıntı yaparak başladım ey dost. Yazma işi zordur ne vakit insanın aklına esiverir sözcükler bilinmez. Esiverdi şu an ,şuracıkta.. Bu sana ,sevgime, paylaştıklarıma, senelerimize yazılmış bi yazı olarak kala..
12 yaşımda tanıdığım ,tanıyınca 'hah işte' dediğimsin :) Herkes ders dinlerken uzak yerleri özlediğim ,güzel müzikleri dinlediğim, ders kitabının arasına romanları koyduğumsun. Küçücük ilçede tanıdığım bana oraları özlemle ,hasretle anımsatansın. Sahnede beraber şarkı söylediğimsin :)

Seninle daha güzelleştim ben. Seninle keşfettim kıyı köşe güzellikleri. Zorluklar rağmen süregelen aşkı. Uzakta olmanın sadece km hesabından başka bir şey olmadığını. İstanbul sevdasını. İstanbul sevdasının bitemeyeceğini. Bunların senden öğrendiğim şeylerin sadece birer küçük başlangıç olacağını ve daha bissürü şeyleri yüreğinde ,zihninde barındırdığını.

Senden öğrendim dostluğu, senden öğrenmekle başladı .Ben de sevdim başkalarını ,çünkü seni sevmekle başladı dostluğa dair bildiklerim .Sen öğrettin..

Her şey yüreğinden geçenler kadar güzel ola hayatında ,yuvan mutlulukla dola ,sevdiklerin yanı başında ola... Ama ben biliyorum yanı başında olmasalar da senin yüreğindeki yerleri stabildir. Bilirim.

Bu erken bir doğum günü -ve tabi öğretmenler günü- kutlaması oldu. Duygu silsilesi olsun istemedim. İçimden geçenler birazcık döküldüyse ne mutlu bana. 
Sımsıcak sarıldım varsayarsak bi de hani İco'm =)



"Çocukluk yağsa, mavilik yağsa, kardeşlik yağsa
Kimin yağdığı belli olmasa karışsak birbirimize
Sırılsıklam olsak birbirimizden hangimiz yağmur
Hangimiz çocuk, hangimiz mavi, hangimiz şair
Belli olmasa da bir şiir çıksa hepimizden...
Şimdi ne iyi gelir ne iyi gelir ne iyi gelir!”
 
Sen .

19 Kasım 2013 Salı

''Bu şarkıyı söylemeden ölmek istemem''..

''Bu şarkıyı söylemeden ölmek istemem''..
Aklımda sözlerine dair yarım yamalak bunlar kalan şarkı..Bi kitap evininde çalan, çalarken hafiften kulak misafiri olup sözlerini bi kenara yazmayı unuttuğum şarkı . Bulamadım ama bana sadece neyi yapmadan ölmek istemediğimi düşündürdü. Bi elimde simit diğer elimde aldığım kitaplar koşa koşa metroya giderken henüz ölmek istemediğimi ,yapacak çok şey olduğunu hissettirdi.
*Mesela askere gidecek  arkadaşıma '' sen gideceksin ya ben seni çok özleyeceğim beraber çekildiğimiz fotoğrafları gönder ''demek isterdim. Ama ''ya uf bıktım senden niye böylesin bir şey istedim sadece,fotoğrafları çabuk yolla ''diyebildim. ''Seninle bir şeyler yapmak yanında olmak beni mutlu ediyor'' yerine ''sinemaya gidelim epeydir gitmedim of çok sıkıldım ya '' diyebildim.
*Mesela daha dün gece ''Hilal seni çok özledim beraber olan fotoğraflarımıza baktım '' diye mesaj atan güzel dostuma hiçbir zaman tam istediğim gibi sarılıp öpemediğimi farkettim.
*Bana her zaman ''güzel şeyler olacak Rabbim bizi mutlu edecek'' diyen dostuma ''artık inanmıyorum her şeyi yoluna bıraktım '' dedim de duana ,sana hep ihtiyacım var diyemedim.
*Anneme ''hiç kimse -meşhur pastane zincirleri dahil- senin gibi kek yapamıyor demedim.
 *Babama ''kalp krizi geçirdiğin gece çok korktum ,seni bi daha görememekten çok korktum'' diyemedim.
*Daha 1 aylık Zeynep Nehir'imi koklayamadım.
*Aklımın bir köşesinde okunacak bissürü kitap var, okunacak güzel satırlar varken de ölemem.
*Benim bilmediğim bi şarkıyı belki şimdi bile hiç tanımadığım insanlar dinlerken mutlu oluyorken o şarkıları keşfetmeden de ölemem.
*Dağınık hayatıma en azından birazcık düzen gelmeden de ölmek istemem :)
 (Aynı düzen saçlarıma, dolabıma, kitaplığıma ,kalbime de gelmeden ölmek istemem )
Kalp -daha doğrusu gönül aslında bana göre- demişken aklıma bu alıntı da gelmedi değil.
'Allah'ım dedi, ne zaman istersen al canımı ama bugün değil. Bu duygu kalbimdeyken bana yazık olur.' Nazan Bekiroğlu
Neyse.

Hasbelkader bu yazıyı okuyup başlıktaki gibi  bi şarkı sözü biliyorsanız ulaşınız efendim.
Bi de bu var. http://www.spiritualizm.com/A1/spirithaber/sp1/sp434.html
3. seçenek.

17 Kasım 2013 Pazar

Çay bütün seçeneklerin tek vücutta ruh bulduğu berceste sıvıdır :)

Son zamanlarda yeni yeni huylar edindim. Yeni aldığım kitapları okumak yerine okuduklarımı tekrarlıyorum. Aslında bu sadece kitapla ilgili bi durum değil. Arkadaşlıklarımda de geçerli sanırım. Yeni insanlarla tanışmak yerine bildiklerimden şaşmamak bi nevi. Alışmak sevmekten daha zor geliyor sendromu :D Kaybettiğim  çok güzel kitaplar ve insanlar vardır eminim. Ama güzel kitap sayısı güzel insan sayısını katlar :D Ben yine okuyamadığım kitaplara üzülürüm. Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki..
Güzel insanlar çok az hayatta .Maalesef ama öyle. Her neyse o az sayıdaki insanları çıkarsın Allah karşımıza. Yaklaşık bi yıl önce  bi güzel insan edindim .Çok tesadüfen /tevafuken tanıştım. Aklımdaki yeri yeni yeni oturdu aslında. Sohbetine de nail olmuşluğum çayını içmişliğim vardır. Çay bütün seçeneklerin tek vücutta ruh bulduğu berceste sıvıdır :) Çay önemlidir bizde :)
Beni böyle hayatta kaba tabir ile ''gaza getiren'' insanları severim. Kollarının altında bissürü karpuz taşıyanları. Kendisiyle sohbet ettikten sonra uzun bi ara verdiğim dil öğrenme işine tekrar kolları sıvayarak başlamış bulundum misal. Ölmeden önce kendime söz verdim en az bi müzik aletine ruhumu aktaracağım deyü. İnsanın hayatında böyle bi kaç kişi daha olsun daha ne olsun be ! (=
Senden öğrenecek daha çok türkü var hiç olmazsa sanki :)
Güzelliklerle başlayan yolunda üzüntülerini geride bırak ama asla içinden çıkarma. Seni sen yapan içinden atamadıkların gözlerinde görünendir belki de. İnsanların yüzlerine bakıp bu kadar rahat yazdığım gibi konuşabilseydim 'ölümler zoraki ayrılıklardır, zordur sevdiklerini uğurlamak ama sol yanından daha öteye gidemez kimse' derdim. Bi de 'müsaitsen eğer ben sana çok iyi bi arkadaş olurdum' da derdim. Olurum belki de güzel insan.

''Dünyanın hây u hûyuna bir gönül huzuruyla hoşça tebessüm edebileceğim kadar ölümün bana yakıştığı yerdeyim'' N. Bekiroğlu ..


Gözlerin İstanbul oluyor birden.

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen ...
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.

Yavuz Bülent Bakiler.
 
 
 

urumeli türküsü :)

Bi de bu aralar takılı kaldığım bir türkü var ki sorma gitsin :) Bir Rumeli türküsü olan 'bir sözüm var' replay tuşunu ziyan ettim vallahi..Sımsıcacık bi türkü. Sanırım ceddimi derinlemesine incelemem lazım sanırım bi yerde hafif urumeli dna sı olsa gerek.. Denk geldiyseniz sayfama bi kerecik dinleyiniz efendim..
Güzel günler.

16 Kasım 2013 Cumartesi

İstanbul Kriterleri

"İnsanın sevdiklerini uyurken seyretmekten, saçlarını öpmekten, açılmışsa şayet üstünü örtmekten mahrum olması, doğrusunu Allah bilir, günahlarına kefaret sayılsa yeridir."
İbrahim Paşalı

Daha ne desin ?
 İstanbul Kriterleri..Okunası.
Sevdiğimizi uyurken izleyeceğimiz, saçlarını öpeceğimiz, üstünü örteceğimiz günler belki de hiç olmayacak. Günahlarımız hep üzerimizde kalacak belki de. Doğrusunu Allah bilir.
Allah bilir..

14 Eylül 2013 Cumartesi

öyle ya Allah tan daha mı iyi bileceğiz bize inşirah olanı,iyiyi ,güzeli ?

 Üst üste yaşananlar alt üst eder mi insanı? darmaduman? ama yine hep o malum kelimeye''hayırlısı''demeye mi sığınmalı ? öyle ya Allah tan daha mı iyi bileceğiz bize inşirah olanı,iyiyi ,güzeli ?
Gönlüme bir yol bi nizam ver yarabbim.Bana doğruyu göster.Bir eylül kadar güzel bir yol olsun...

tarık tufan

Hadi birlikte İnşirah okuyalım, Allah
kalbimizi genişletir
Merak etme hiç bir tahayyül, mukadder olanı değiştirmeye yetmez.
Kalbini ferah tut. Dua edelim.
Şurada güneşe ne kaldı.

Tarık Tufan

11 Ağustos 2013 Pazar

sonbahar

İstanbul'u da sana yoruyorum, sonbaharı da...
Bu sonbahar hayatımın en uzun sonbaharı.
Fakat ne garip.!
Sen hayatımda azaldıkça, sonbahar uzuyor...

Tarık Tufan

: )

 

19 Temmuz 2013 Cuma

Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna



Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?

"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.

  

                                                    Nilgün Marmara

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Tezer Birsen

 
 
 
iyi geceler şarkısı gibi, İstanbul'a öpücük kondurmak gibi, o şehri sevmeyenlere tokat gibi...
 
 
Bazı kadın sesleri var ki insanın yüreğine yüreğine işleyiveriyor.
 
                                                                                Onlardan biri..


14 Temmuz 2013 Pazar

Allah’ı bu dünyada görmek ister misin Ruhi Bey?

 '' Allah’ı bu dünyada görmek ister misin Ruhi Bey?
 - Kim istemez?
- Bir yetim çocuğun başını okşa. O zaman, onun gözlerinde Allah’ı görürsün. Bir fakire yardım et. Onun gözlerinde Allah’ı görürsün. Bir kediye yiyecek ve su ver. Onun gözlerinde Allah’ı görürsün..
''

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Ne var bu gülümseyişin altında? -Sen varsın.

Ferhan: Ne var bu gülümseyişin altında?
 Nilgün: Sen varsın.
 Ferhan: Anlamadım?

 Nilgün: Sen varsın dedim ya. Ya ben az önce evde oturuyodum,kendi kendime dedim ki çok şükür Ferhan var dedim.Çok şükür dedim.

 Ferhan: Yani sırf bunu söylemek için mi geldin?
 Nilgün: Değmez mi?
 Ferhan: Ne münasebet.Yanında başka bir mazeretin daha olsaydı mesela manava da gidiyor olsaydın bu kadar değerli olmazdı..

7 Temmuz 2013 Pazar

Sezai Karakoç-Oruç


''Oruç hiç gecikmeden, yolunu şaşırmadan, tam saatinde, dinç ve genç, tarihin dinamizmini de özünde gaybın üfleyişi gibi taşıyarak geldi. Mademki geldi, onu iyi tanımak gerek.

Oruç boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi.
Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu gidecek. Dolu gitmeli.
Her yılın orucu, büyük Oruç kitabına, sabırla ve meleklerin üslubuyla işlenmiş bir sayfa, bir yaprak gibi eklenir
Taşların, ağaç kovuklarının, toz zerrelerinin bile, en keskin bir hafızayla şahitlik yapacağı büyük Hesap Gününde, şüphesiz, Oruç Kitabı, en büyük şahitler arasında, dosyasında en çok belge bulunduran suç ve sevap araştırıcıları arasında görünecektir.
Demek ki , oruç , çağımıza , göklere mahsus nişanlarla donanmış büyük ve yetkili bir şahit olarak geliyor ve geldi …………

Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok. İnsan, sağken bile ölümle karışıktır. Biz hayatla ölümün karıştığı bir terkibiz. Sağken, hayat, ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça, ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi hayat yüzdesinin üstüne çıkar bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür; ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat - ölüm çatışmasını kesin bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz olarak diri saf olarak diridir. Net diridir, insan gibi brüt olarak diri değil
Bizden daha canlı, daha cıvıl cıvıl olan bu gök varlığı orucun susadığı su , acıktığı yemek nedir öyleyse ?
Şairin şair için dediği:
Cins şaire mahsus yiyecekler
 Deniz yosunlar? mavilik meduzalar?
tarzında
Oruca, gök şahidi oruca mahsus besinler,
 Yükseltilen dualar, derinleşen secdeler,
 Kur’an sesiyle aydınlanan ikindiler,
 Allah adıyla diriltilen geceler
diyebiliriz belki.
Evet, Oruç da susar, oruç ta acıkır. Orucun susadığı ve ab-ı hayat gibi kanamadığı su, “ Kur’an sesi ”, acıktığı “ namaz ”, örtündüğü “ merhamet ”, kuşandığı giyindiği, Allah’ın adının yükseltilmesi yani “ cihat ”tır.
Ve orucun da iftarı vardır. Oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur.
Yalnız insan orucu özlemez, oruç ta insanı özler. Ramazan ayı gelince, sıla-i rahm edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.
Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine ki, geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman.
Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek bir kaç şey katılmalı...  ''







Hoş geldin ramazan...Huzur içinde ailelerimizle beraber ,güzellikle gel bayrama kavuştur,yüreğimizi temizle..

29 Haziran 2013 Cumartesi

çalıkuşu*

İnsan ne kadar acı olursa olsun bir mecburiyeti kabul ettikten sonra içine sükun ve tevekkül geliyor.''
Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu.




28 Haziran 2013 Cuma

Bejan Matur !





''Diyorlar ki
Bir insanı yerin yedi kay dibine sallayın

Yine de Allah’ın üzerine düşecektir.
Dilerim öyledir.
Ve biliyorum ki
Yüceltir varlığı Allah
Düzende tutar
Ve aşkı biliyor olmalı ki
Kaosu öğretir.”

27 Haziran 2013 Perşembe

Seni tanıdığımdan beri bir gemi geçiyor içimden. Hep ama.

''Hani böyle karanlık bir gecede, ıssız bir yokuşu tek başına inerken bir köşeyi dönersin de deniz çıkar ya karşına. Sonra o denizde bir gemi belirir. Şıkır şıkır ışıklarla geçip gider. Sen sevinirsin. Hiç nedensiz ama. Sonra için kıpırdar ya hani, öyle işte. Seni tanıdığımdan beri bir gemi geçiyor içimden. Hep ama. ''

Çemberimde Gül Oya

 
 

26 Haziran 2013 Çarşamba

Müntekim Gıcırbey'den Şebnem Şibumi'ye Mektup - 1

Hayatımın sonuna kadar gülümseyerek okuyacağım nadide mektuplardır Müntekim Gıcırbey'in Şebnem Şibumi'ye mektupları..Şebnem'i pek kıskanırım :) Zira Menteş beyle tanışmama vesile mektuplardır.Kendisinin kitaplarını bu şahane yazıları gördükten sonra okumaya başlamış idim. Geç buldum çabuk kaybetmeyeceğim.Her okuduğumda pek keyif alırım,aşktan da umudumu tatlı tatlı kesmem ;) En keyif aldığım mektubu..



Alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
Şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim; ilk hamleyi suçlular yapar. Yani ben. Paso ilklere imza atıyorum. insan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor. Bir yandan da peccatophobia'ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba. Anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor Şebnem. Saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor. Uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti. Sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik. Eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. Kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz. Yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.Şu anda Tomaso Albinoni'nin [1671-1750] Adagio'sunu dinliyorum. Notalar daima harflerden daha anlamlı, daha etkileyicidir. Melodiler, kelimelere beş çeker. Sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
Şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
Şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
Şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
Şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
Şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
Şebnem ne çok melek var yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere'deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10'u delirerek ölmüş: Keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri...
Şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
Şebnem niye böyle? Aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
Şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
Şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyor-lar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
Şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. Sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak... Öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
Şebnem uçaklar geçiyor. Uçakları sanki sen kullanıyorsun.
Her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
Hayat çok tuhaf Şebnem: Paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
Şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. Milletçe öteden, varlığın başımı döndürüyor.
Tessenjitsu adlı Japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
Zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
Şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
Dilim uyuştu Şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. Laf uzadıkça anlam geriler. Sözlerde o acı yalan tadı belirir.
Şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. Kalbim jelatini i yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
Cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
Tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. irmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
Beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. Bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
Şebnem ballanmış ilkbahar gibisin. Leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin. iğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. Üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
Benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba? Beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum. Gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki? Bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor. Yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum. Zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla. Çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim. Tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
Pekala... Ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
Sonuçları nedenlerin önüne almayayım. Methiyeden şantaja geçmeyeyim. Vahşetim teröre dönüşmesin.
Papatyaları harf olarak kullanayım.
Çağın gerisinde kalmayayım.
ilk romanı 1007 yılında Murasaki Shikibu adlı Japon soylusu bir kadın yazmış; kitabın adı Genji'nin Hikayesi.
Romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
insanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
Sözlerim sana karmaşık mı geliyor? Birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek Şebnem.
Keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
Kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
Benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
O kadar zekisin ki Şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
Belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
Sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
Şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum...
Dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.
Müntekim

23 Haziran 2013 Pazar

Berat***

Okumuşların kendilerini evrenin işleyişinde gerekli bir unsur olarak görmeleri, cahillerin batıl inançlarına eşit. (U. Eco, prag mezarlığı)

Allah bilgimizi böyle burnu büyüklükle görmeyi nasip etmesin.Asla niyetimizi ve yolumuzu bu kılmasın temennisindeyim.Okuyoruz,okuyacağız bu meramımız hep sürecek inşallah ama asla bir başkasının bilgisini hor görmeden ,her insandaki cevheri küçümsemeden olsun..Yol böyle olursa bilgi artacaktır.

Tek kanatlı kuş uçmaz.Her yönlü bilgi sahibi olmanın huzuru da bir başka.Bu konuda bu mübarek Berat gecesinde kendim için büyük insanlık için küçük bir adım atıyorum.Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla okumayı beceremiyordum.Bu konuda kendimi geliştirecek, ileri kademede okuyacağım inşallah.Tabi aynı gün içinde İtalyanca öğrenme isteği de bana has bir özellik değildir umarım:)

''Dünyanın çocukluğu diye bir şey varsa bu, kandil geceleri ve bayram sabahlarıdır.''İ.Tenekeci
İçimizdeki çocukla,onun öğrenme aşkıyla dolu bir ömür,sevdiklerimiz,sağlığımız ve bunlara şükrümüz hep olsun inşallah..

Ve güzel bir insanın lafı ile;
Kandil geceleri kandil olup kandilin içinde fitil olabilenlerden olman dileğiyle...
                                                                                                     olmamız dileğiyle.....
***Rızkımız, ömrümüz yazılsın bu gece***

Ahududu cumartesi




Bursa'da yaşamak 45 dakika içerisinde Uludağ'ın eteklerindeki mis gibi köylerde haftasonu geçirebilmek demektir.Biz de bu haftasonu aynen öyle yaptık ailecek.Çoğunlukla su almak üzere gittiğimiz köyün yaylasına da çıktık bu sefer.Tabi ne görelim bissürü ahududu tarlası!!Bir çiftçi aileden rica ettik parasını vermek üzere ama sohbet açıldıkça Artvin mevzusu açıldı ve hemşehri olduğumuz da ortaya çıkıverdi.Tabi parasını almadılar,helal ettiler. Koca bir kutu hem de..Bu kadar güçlükle yetiştirilen,toplanan bir meyvenin emeği karşısında ezildik.Ne kadar narin,zor yetişen bir meyve.Bir o kadar da lezzetli,tüm kırmızı meyveler gibi =)








Bahçelerden soframıza gelene kadar emeği geçen herkesin eline,yüreğine,emeğine sağlık..Biz de bu emekleri heba etmiyor ve yarın hemencecik ahududu pastası yapıyoruz..

21 Haziran 2013 Cuma

Yusuf Atılgan-Aylak Adam

İlk defa Yusuf Atılgan okumuş biri olarak genel anlamda kendisini beğendiğimi söyleyebilirim.Ancak mevsimden midir nedir bilmem biraz zoraki bitirdim gibi .Sanki soğuk bir kış akşamı kalorifer kenarında-keşke soba olsa- okunası bi kitap.Herşeye rağman kitaptaki karakterleri sevdim ben.Seneler sonra bile aklımda kalabilecek bir kitap.Vikitap internet sitesinin tavsiyesi üzerine aldım.Veee tabi bir de Kenan Işık'ın' kim milyoner olmak ister 'adlı yarışmasında bir yarışmacıyla yaptığı mıuhabbet üzerine meraklandığım bir kitap oldu.Biraz avam bir yorum olabilir ama hakkaten ne aylak adammış be..Aylak Adam’ın kişiliğinde, ‘Bütün değerlerini yitirmiş, dayanacak bir şey’ arayan, henüz yolunu bulamamış aydın gençliğin tipik bir örneğini buldum.Misali çoktur.
Kitaplığımda yer edindi,bir gün tekrar okur muyum ? Nasip =)Bu yalın üslubu sevdim ama okunası daha yüzlerce olağanüstü kitap varken bence geriye dönmemeliyim.

14 Haziran 2013 Cuma

Bin Muhteşem Güneş

Kitaplığımda uzun süre evvel alınıp okunmayı bekleyen kitaplar arasından itina ile seçildi ''Bin Muhteşem Güneş ''.Khaled Hosseini beni büyülemeyi başarmış yazarlardan.Kitaplarını okuduğumda kendimi Afganistan sokaklarında hayal ediyor olabilmem tesadüf olmamalı.Hikayelerine birebir tanık olabilmek,yaşayabilmek müthiş bir his. Ve bir tarih kitabının sıkıcılığından uzakta tarihine tanıklık etmek bir ülkenin.



 
 
Ve çoğu kitapta olduğu gibi altı çizili satırlar..
 
 
 
''Oğlanların,dostluklara da güneşe davrandıkları gibi davranmadığını anlamaya başlamıştı:varlığını tartışılmaz,mutlak kabul etmek,parlaklığının tadını çıkarmak,ama üzerinde kafa yormamak''
 
 
 
Hayatımda duyduğum en iyi kitap isimlerinden biri olarak  kalacaktır.Yazarın son kitabı da mutlak okunacaklar listesinde.

12 Haziran 2013 Çarşamba

Monet !

''Kekikli zeytinli bi kahvaltı hazırlasalar.
Nerde olduğumu hatırlamasam. Hatta adımı bile unutsam." Melih Cevdet Anday


7 Haziran 2013 Cuma

Aşk ,bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir-Livaneli

Livanelim yapmış yine yapacağını.Bir solukta biten bir kitabı daha benim için kalsikler listesine girmiş bulunmakta..Kitaptan birkaç alıntı ;

*İşte anahtar kelime bu;hayatın özü,büyük sırrı;olmazsa olmazı:Unutmak.Eğer unutmak diye birşey olmasaydı,yaşam da olmazdı.İnsan unutmadan hayatını sürdüremez.
*Aşk denen şey bazen yürür,bazen uçar;bazen koşar biriyle birlikte;bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar;üçüncüyü buzdan heykele çevirir;dördüncüyü atar alevlerin içine....
*Birine aşık olmak gözü bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek demektir.Başına neler geleceğini hiçbir zaman bilemezsin.
*Asıl tehlikeli olan da karasevdadır.Araplar buna garam derler.
*Kıskanmayı bile unutmak.Onu mutlu eden her şeyi ve herkesi sevmek.O noktada sahiplenmek biter,saf aşk kalır.
*Çünkü aşk fizikseldi kimyasal değil.Peygamberlere 'Tanrının Sevgilisi 'diyorları ama kadınlar onları Tanrı'dan değil diğer kadınlardan kıskanıyorlardı.Demek ki peygamber olmak bile aşk konusunda temel bir farklılık yaratmıyordu.
*Birine sevdalanmak,donmuş bir gölde nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkan olmayan ince buzlar üzerinde yürümek anlamına gelmiyor muydu ?


6 Haziran 2013 Perşembe

Yaşasın Haziran Yağmurları :)

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım

Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince

Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.


Yavuz Bülent Bakiler

5 Haziran 2013 Çarşamba

kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa..

....''kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
     yagmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmiyorsa
     o şehirden öcalmanin vakti gelmiş demektir''....   İsmet Özel


Hasbelkader bu yazımı okuyan herkese hayırlı kandiller dilemekteyim.Güzel yurdumda barış,huzur,hak,adalet,yeşillik dolu nice kandiller ola.Eve yayılan kandil simidinin kokusu gibi ola herşey hayatımızda.

Eskiden kandil geceleri pek bi hevesli olur sevinç içinde beklerdim bu geceleri.Ama doğruyu söylemek gerekirse artık bu heyecan yok içimde.Zaman beni mutsuz kıldı heyecanımı yitirmeme sebep oldu.Belki biraz tuhaf bile olacak ama Allah'a küstüğüm kandilleri bile bilirim.Gerçi bu kandil de aramız pek iyi sayılmaz.Ama olsun olur öyle sevenlerin arasında kırgınlıklar.Zaten ben en çok sevdiklerime kırılıyorum.Kırılabilmek de güzel ,bu duyguları verdiği için de rabbime teşekkür ediyorum.Ama içini asla dolduramayacağım bir mutsuzluğu bana verdi,yerine daha güzel şeyler mi düşünüyor acep?Amaaan neyse canım zaten bireysel dileklerimi sunmuyorum ki ben artık:)Genele hitap eden ortaya karışık dualar...

Bugün hava yağmurlu,buhur kokuyor .Bursa'dan öcalma vakti geldi. İçimiz ferah ola !

ile

Muhteşem bir kitap son buldu...Oruç Aruoba-ile
Bir kitaba aşık olmak için bir cümle yeterli bana ama bu öylesine bir kitap ki altı çizili çok cümlenin ''tadı dimağımda''
          *Sevgin,belirgin ve tek seferliktir-bir tek O'dur,sevdiğin,her seferinde !...
          *Sevdiğin bilmediğindir.
          *Anlamlar hep yavaş yavaş oluşur benim kafamda-hani biliyorsun : önce yavaş yavaş,sonra paldır küldür.Ve tersi..

gibi cümlelerde kalbimde taht kurmuş kesinlikle tekrar okuyacağım kitaptır.Kitap olağanüstü mottolarla da donanmış vaziyette.Şiddetle bu ilişki defteri tavsiye edilir.Bu Oruç beyle ilk buluşmamız sanırım daha çok görüşeceğiz :)
 
 

18 Mart 2013 Pazartesi

Ruhi Mücerret !

Güne güzel başladım sanırım.Sebebi Murat Menteş.
Ne severim onu okumayı.Bunca zamandır Şebnem'ini kıskandım durdum.Aşka farklı,naif bir bakış açısıyla yaklaşan olağanüstü mektuplardır yazdıkları.Hala okumamış olan varsa...Bu sabah da son kitabından bir kesit okudum internette.Nazlı Hilal ! İsmimi onun  kaleminden okumak daha bi hoşuma gitti doğrusu.Hilal bulmuş kendisine.
Sabırsızlıkla kitabı okuyacağım günü bekliyorum....



''Müntekim Gıcırbey'den Şebnem Şibumi'ye Mektup - 2

Aşktan kaçış varsa bile kurtuluş yoktur.
 Şebnem, çizgi film kuzusu,
 Tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.
 Sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
 Şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
 Gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir Şebnem.
 Bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
 Eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibi.
 Arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. Beynime sıcak asfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
 Şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
 Gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
 Senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
 Bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
 Şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
 Şebnem, istanbul, Türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerde başlıyordu; neredesin?
 Sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
 Aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? inşallah o yol, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar geniştir.
 Kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. Daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
 Bütün şarkılarda senden bahsediliyormuş, onu fark ettim.
 Ezelden beri o nazlanan senmişsin.
 Saray çatılarında senin için düello yapılmış…
 Her insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanmaz ya, yanındakine “benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye sorar.
 Bende seninleyken gözlerime inanamıyordum. Kulaklarıma inanamıyordum. Vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
 Kimseye soramıyordum da “benim gördüğümü sende görüyor musun?” diye…
 Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde
 Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.
 Artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım…
 Bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar Şebnem.Yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
 Öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.
 Müntekim''

Naif :)